Hayatı ‘İşgal’ Edin

24.12.2017 - 16:26, Güncelleme: 29.12.2022 - 15:19 2484+ kez okundu.
 

Hayatı ‘İşgal’ Edin

  Yazar Muhittin Çoban iki yıl aradan sonra İşgal adlı romanıyla okuyucularının karşısına çıktı. Özellikle Çukurovalılar’ın yakinen tanıdığı bir isim. Okuyucu, Çoban’ı ilk olarak Mustafa Özenç’in biyografisiyle, “O Büyük Gün Geldiğinde” adlı kitabıyla tanıdı. Sonra “Düşüncede Yürümek” , “Sevgiliye Mektuplar” , “Her Şey Aşk İçin” adlı deneme kitapları ve “Bir Aşk Hikâyesi” , “Bir Gün” adlı romanlarıyla buluştu. Şimdi de İşgal adlı romanıyla karşımıza çıktı. “Bir Gün” adlı eserinde olduğu gibi “İşgal” adlı eserinde de Çukurova insanını, yani sizleri, yani bizleri anlatıyor. “İşgal” adlı roman Çukurova’nın öyküsü, yani bizim öykümüz. Biz de istedik ki bizi bize anlatan Muhittin Çoban’la bir söyleşi yapalım. BİR 12 EYLÜL ROMANI İşgal bir 12 Eylül romanı diyebilir miyiz? Bir anlamda evet diyebiliriz. Okuyucu bu romanda 12 Eylül Askeri darbesinden sonra Türkiye’nin ne hale getirildiğini bulacak. Halkın yoksullaşmasını görecek, kuşkuculuğun topluma serpildiğini, ispiyonculuğun erdemlilikten sayıldığını, işkenceleri, yargısız infazları, mapushanelerin dolup taştığını bulacak. Ama aynı zamanda İşgal iç savaş kuşağının da romanı. İşgal 12 Eylül’den bugüne kadar ki sürecin de romanı. Türkiye’nin 12 Eylül cuntasını aratan bu korkunç günlere nasıl geldiğini de İşgal adlı romanda bulacağız. 1978 Aralık’ında Borsa Lisesi işgaliyle başlıyor romanınız, bize o yaşanan günleri anlatır mısınız? Türkiye’nin bir iç savaş sürecine doğru hızla sürüklendiği bir dönemdi. Sağ-sol çatışması adı o günlerde anılmaya başlandı. Ama ortada sağ-sol çatışması yoktu, tamamen organizeli faşist saldırılar vardı. Kahvehaneler, okullar otomatik silahlarla taranıyor, başta Maraş, Sivas, Malatya, Çorum olmak üzere sözde Alevi-Sünni çatışması adı altında faşist katliamlar yapılıyordu. İşyerlerinde işten çıkarmalara, düşük ücretli çalıştırılmalara karşı grevler başlamıştı. Yeni Orta Öğrenim Yasası çıkarıldı, eğitim gericileştirilmek istendi. Bunu reddeden öğrenciler okullarda boykotlar yapıyordu. Borsa Lisesi işgali tam da bu döneme denk düşüyor. 19 Aralık’ta Maraş katliamı başlarken Adana’nın hemen hemen tüm okullarında gerici eğitim sistemine karşı boykotlar vardı. Tam tarihini anımsayamadığım (20, 21, 22 Aralık’ta olabilir) Aralık’ın üçüncü haftasında öğrenciler ‘faşist eğitim sistemini istemiyoruz’ diyerek okulu işgal eder. 4,5 saatlik işgal kazasız belasız sonlandırılır, kimi önemli haklar alınır, kimsenin burnu kanamadan, tutuklanmalar olmadan sonlanır. Bu roman iki kızın hayatı üzerinden kurgulanmış. Romanın kahramanı Funda tam işgal günü tecavüz girişimli bir cinayete maruz kalıyor ve hayatı sonlanıyor, roman burada bitmiyor, Gülten’le devam ediyor. Funda’nın katledilmesi bize hiç yabancı gelmiyor. Tarsus’taki Özge Can cinayeti hala belleğimizde. Kadınlarımız erkek şiddetinden bir türlü kurtulamıyor. Erkek cinayeti her gün biraz daha artarak bugünlere geldi. Şimdi ise her gün ortalama bir iki kadın erkek cinayetine maruz kalıyor. Dikkatler teröre çekiliyor ama erkek terörü, trafik terörü, iş cinayetleri terörü, sokak terörü gösterilmek istenmiyor. Hergün sokaklarımızda, okullarımızda kavgalar oluyor, üç kişi bir araya geliyor mafya oluyor. Funda’nın trajik cinayeti bize bugünü de anlatıyor. Romanınızda çok farklı, renkli ve çileli hayatlar işleniyor. Gülten’in bir Ermeni kızı olması gibi! Çukurova’da 1909’da Ermenilere yapılan katliamı da anımsatıyoruz ve Funda’nın büyük babasının Dersim’den kaçıp Adana’ya gelmesini anlatırken Dersim katliamını da… Çukurova’da bir Ermeni katliamı yaşandığını çocukken bize hiç anlatmadılar. Ben 20’li yaşlardan sonra öğrenmeye başladım ama dinleyerek değil okuyarak. Nedense bize unutturulmak isteniyor. Ancak bir utanç unutturulmak istenebilir. 35 bin civarında Ermeni kardeşimizi katletmişiz. Ermeni katliamı da bizim bir utancımız olsa gerek. Tıpkı Dersim’de Dersim halkına yapılanlar gibi. Unutturulmak istenen katliamları unutturmak istemedim, bunun için romanıma aldım. Eseriniz de çok tartışılacak bir konu da kahramanınız Gülten’in yaşadığı aşk olacak. Gülten celladına âşık oluyor. Âşık olduğu kişi sadece bir polis değil, işkenceci değil, aynı zamanda Maraş katliamına ailesiyle birlikte katılan bir Ülkücü. Solcu, devrimci sempatizanı bir kız işkencecisiyle muhteşem bir aşk yaşıyor. Bir Ülkücü de devrimci bir kıza âşık oluyor. İki siyasi kesimde olmaz böyle şey diyerek tepki verecektir. İki zıt, iki düşman kesimin aşkını yazmaktan, tepkilerini almaktan korkmadınız mı? Böyle bir risk var. Hatta bu romanım basılmadan önce de okuyanlar bunu söyledi ve hatta bu aşktan dolayı bizim yayın politikamıza uymuyor diyerek kitabı yayınlamayan yayınevleri de oldu, olsun! Benzer aşklar yaşanmadı mı, yaşandı. Celladına âşık olanlar olmadı mı, oldu. Bu yaşanan aşk doğru bir aşk mı sorusu sorulabilir. Zaten ben de bu soruyu soruyorum romanda. Hayatta doğruyu bulmanın yolu zıtların çelişkisinden, çatışmasından geçiyor. Doğruyla doğru, yanlışla yanlışın çatışmasından doğrular çıkmaz. İki karşıt insanın ilişkisinden doğru aşkı bulmak, görmek, buradan yola çıkarak insancıl aşkı üretmek amaç olmalı. Bu zıt iki kahramanın aşkından nasıl bir mutluluk çıkarıyorsunuz? Bu aşk mutlu bir aşk mı yoksa mutsuz bir aşk mı, bunu okuyucu tartışarak bulacak. Bugün mutsuz evliliklerin temelinde yanlış evlilik ve zorunlu birliktelik yatıyor. Mutsuz ilişkilerin bir önemli nedeni de kişinin ne istediğini bilmemesidir. Hayattan ne istediğini bilenler daha çok mutlu olan insanlardır. Bu iki zıt kutuplu kahramanımızda şöyle ya da böyle ne istediğini bilen insanlar, dolayısıyla mutluluğu üretebiliyorlar. Aksi takdirde yolları hızla ayrılırdı, onları bağlayan zorunlu birliktelikleri yoktu. Aşkı yaşarken ikisi de kendilerini özgür hissediyorlardı. Bu ilginç aşkı yazarken sizi çeken bu aşkın en güzel yanı neydi? Aşkın iki tarafı da özneydi. Biri nesne biri özne değildi. Ve şu cümleyi hiç kurmadılar: Ben sensiz yaşayamam. Onsuz da gayet güzel yaşarlardı. İkisi de şunu çok iyi biliyordu, birlikte olmak kadar yalnız olmak da güzel. Sürdürdükleri hayat boyunca birbirlerine hiçbir istemlerini dayatmadılar, emri vaki olmadılar. Bireysel haklarına egoistçe müdahale etmediler. Çünkü onlar için aşk köleleşme alanı değildi, özgürlüklerin sınırsızca kullanıldığı alandı. Ayrı mı yatmak istiyorlardı, ayrı yatıyorlardı, o an biri sevişmek istemediğinde, sevişmiyorlardı, biri arkadaşlarıyla tatile mi gitmek istiyordu, bir süre yalnız kalmak mı istiyordu, yalnız kalıyordu, öteki de sen niye böyle yapıyorsun diyerek sorun üretmiyordu. Uzun ve sağlıklı aşkın sırrı da galiba bunlar. Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler. Beni gazeteniz okuyucusuyla buluşturduğunuz için ben teşekkür ederim.

 

Yazar Muhittin Çoban iki yıl aradan sonra İşgal adlı romanıyla okuyucularının karşısına çıktı.

Özellikle Çukurovalılar’ın yakinen tanıdığı bir isim. Okuyucu, Çoban’ı ilk olarak Mustafa Özenç’in biyografisiyle, “O Büyük Gün Geldiğinde” adlı kitabıyla tanıdı. Sonra “Düşüncede Yürümek” , “Sevgiliye Mektuplar” , “Her Şey Aşk İçin” adlı deneme kitapları ve “Bir Aşk Hikâyesi” , “Bir Gün” adlı romanlarıyla buluştu. Şimdi de İşgal adlı romanıyla karşımıza çıktı. “Bir Gün” adlı eserinde olduğu gibi “İşgal” adlı eserinde de Çukurova insanını, yani sizleri, yani bizleri anlatıyor. “İşgal” adlı roman Çukurova’nın öyküsü, yani bizim öykümüz. Biz de istedik ki bizi bize anlatan Muhittin Çoban’la bir söyleşi yapalım.

BİR 12 EYLÜL ROMANI

İşgal bir 12 Eylül romanı diyebilir miyiz?

Bir anlamda evet diyebiliriz. Okuyucu bu romanda 12 Eylül Askeri darbesinden sonra Türkiye’nin ne hale getirildiğini bulacak. Halkın yoksullaşmasını görecek, kuşkuculuğun topluma serpildiğini, ispiyonculuğun erdemlilikten sayıldığını, işkenceleri, yargısız infazları, mapushanelerin dolup taştığını bulacak. Ama aynı zamanda İşgal iç savaş kuşağının da romanı. İşgal 12 Eylül’den bugüne kadar ki sürecin de romanı. Türkiye’nin 12 Eylül cuntasını aratan bu korkunç günlere nasıl geldiğini de İşgal adlı romanda bulacağız.

1978 Aralık’ında Borsa Lisesi işgaliyle başlıyor romanınız, bize o yaşanan günleri anlatır mısınız?

Türkiye’nin bir iç savaş sürecine doğru hızla sürüklendiği bir dönemdi. Sağ-sol çatışması adı o günlerde anılmaya başlandı. Ama ortada sağ-sol çatışması yoktu, tamamen organizeli faşist saldırılar vardı. Kahvehaneler, okullar otomatik silahlarla taranıyor, başta Maraş, Sivas, Malatya, Çorum olmak üzere sözde Alevi-Sünni çatışması adı altında faşist katliamlar yapılıyordu. İşyerlerinde işten çıkarmalara, düşük ücretli çalıştırılmalara karşı grevler başlamıştı. Yeni Orta Öğrenim Yasası çıkarıldı, eğitim gericileştirilmek istendi. Bunu reddeden öğrenciler okullarda boykotlar yapıyordu. Borsa Lisesi işgali tam da bu döneme denk düşüyor. 19 Aralık’ta Maraş katliamı başlarken Adana’nın hemen hemen tüm okullarında gerici eğitim sistemine karşı boykotlar vardı. Tam tarihini anımsayamadığım (20, 21, 22 Aralık’ta olabilir) Aralık’ın üçüncü haftasında öğrenciler ‘faşist eğitim sistemini istemiyoruz’ diyerek okulu işgal eder. 4,5 saatlik işgal kazasız belasız sonlandırılır, kimi önemli haklar alınır, kimsenin burnu kanamadan, tutuklanmalar olmadan sonlanır.

Bu roman iki kızın hayatı üzerinden kurgulanmış. Romanın kahramanı Funda tam işgal günü tecavüz girişimli bir cinayete maruz kalıyor ve hayatı sonlanıyor, roman burada bitmiyor, Gülten’le devam ediyor. Funda’nın katledilmesi bize hiç yabancı gelmiyor. Tarsus’taki Özge Can cinayeti hala belleğimizde. Kadınlarımız erkek şiddetinden bir türlü kurtulamıyor. Erkek cinayeti her gün biraz daha artarak bugünlere geldi. Şimdi ise her gün ortalama bir iki kadın erkek cinayetine maruz kalıyor. Dikkatler teröre çekiliyor ama erkek terörü, trafik terörü, iş cinayetleri terörü, sokak terörü gösterilmek istenmiyor. Hergün sokaklarımızda, okullarımızda kavgalar oluyor, üç kişi bir araya geliyor mafya oluyor. Funda’nın trajik cinayeti bize bugünü de anlatıyor. Romanınızda çok farklı, renkli ve çileli hayatlar işleniyor. Gülten’in bir Ermeni kızı olması gibi! Çukurova’da 1909’da Ermenilere yapılan katliamı da anımsatıyoruz ve Funda’nın büyük babasının Dersim’den kaçıp Adana’ya gelmesini anlatırken Dersim katliamını da… Çukurova’da bir Ermeni katliamı yaşandığını çocukken bize hiç anlatmadılar. Ben 20’li yaşlardan sonra öğrenmeye başladım ama dinleyerek değil okuyarak. Nedense bize unutturulmak isteniyor. Ancak bir utanç unutturulmak istenebilir. 35 bin civarında Ermeni kardeşimizi katletmişiz. Ermeni katliamı da bizim bir utancımız olsa gerek. Tıpkı Dersim’de Dersim halkına yapılanlar gibi. Unutturulmak istenen katliamları unutturmak istemedim, bunun için romanıma aldım.

Eseriniz de çok tartışılacak bir konu da kahramanınız Gülten’in yaşadığı aşk olacak. Gülten celladına âşık oluyor. Âşık olduğu kişi sadece bir polis değil, işkenceci değil, aynı zamanda Maraş katliamına ailesiyle birlikte katılan bir Ülkücü. Solcu, devrimci sempatizanı bir kız işkencecisiyle muhteşem bir aşk yaşıyor. Bir Ülkücü de devrimci bir kıza âşık oluyor. İki siyasi kesimde olmaz böyle şey diyerek tepki verecektir. İki zıt, iki düşman kesimin aşkını yazmaktan, tepkilerini almaktan korkmadınız mı?

Böyle bir risk var. Hatta bu romanım basılmadan önce de okuyanlar bunu söyledi ve hatta bu aşktan dolayı bizim yayın politikamıza uymuyor diyerek kitabı yayınlamayan yayınevleri de oldu, olsun! Benzer aşklar yaşanmadı mı, yaşandı. Celladına âşık olanlar olmadı mı, oldu. Bu yaşanan aşk doğru bir aşk mı sorusu sorulabilir. Zaten ben de bu soruyu soruyorum romanda. Hayatta doğruyu bulmanın yolu zıtların çelişkisinden, çatışmasından geçiyor. Doğruyla doğru, yanlışla yanlışın çatışmasından doğrular çıkmaz. İki karşıt insanın ilişkisinden doğru aşkı bulmak, görmek, buradan yola çıkarak insancıl aşkı üretmek amaç olmalı. Bu zıt iki kahramanın aşkından nasıl bir mutluluk çıkarıyorsunuz? Bu aşk mutlu bir aşk mı yoksa mutsuz bir aşk mı, bunu okuyucu tartışarak bulacak. Bugün mutsuz evliliklerin temelinde yanlış evlilik ve zorunlu birliktelik yatıyor. Mutsuz ilişkilerin bir önemli nedeni de kişinin ne istediğini bilmemesidir. Hayattan ne istediğini bilenler daha çok mutlu olan insanlardır. Bu iki zıt kutuplu kahramanımızda şöyle ya da böyle ne istediğini bilen insanlar, dolayısıyla mutluluğu üretebiliyorlar. Aksi takdirde yolları hızla ayrılırdı, onları bağlayan zorunlu birliktelikleri yoktu. Aşkı yaşarken ikisi de kendilerini özgür hissediyorlardı.

Bu ilginç aşkı yazarken sizi çeken bu aşkın en güzel yanı neydi?

Aşkın iki tarafı da özneydi. Biri nesne biri özne değildi. Ve şu cümleyi hiç kurmadılar: Ben sensiz yaşayamam. Onsuz da gayet güzel yaşarlardı. İkisi de şunu çok iyi biliyordu, birlikte olmak kadar yalnız olmak da güzel. Sürdürdükleri hayat boyunca birbirlerine hiçbir istemlerini dayatmadılar, emri vaki olmadılar. Bireysel haklarına egoistçe müdahale etmediler. Çünkü onlar için aşk köleleşme alanı değildi, özgürlüklerin sınırsızca kullanıldığı alandı. Ayrı mı yatmak istiyorlardı, ayrı yatıyorlardı, o an biri sevişmek istemediğinde, sevişmiyorlardı, biri arkadaşlarıyla tatile mi gitmek istiyordu, bir süre yalnız kalmak mı istiyordu, yalnız kalıyordu, öteki de sen niye böyle yapıyorsun diyerek sorun üretmiyordu. Uzun ve sağlıklı aşkın sırrı da galiba bunlar.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.

Beni gazeteniz okuyucusuyla buluşturduğunuz için ben teşekkür ederim.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve egemengzt.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.