“Sanatta aslolan pratiktir”

17.02.2017 - 08:22, Güncelleme: 29.12.2022 - 15:19 1481+ kez okundu.
 

“Sanatta aslolan pratiktir”

Son olarak Annem gibi filmiyle ön plana çıkmıştınız.  ‘Annem gibi’ sizin için ne ifade ediyor? - Annem Gibi filmi herşeyden önce sosyal yaraya, insan olmanın engeli olma yönüne parmak bastığından dolayı benim için çok önemlidir. Otizimli bir çocuğun yaşam içinde karşılaştığı sorunları ve sorunlarla başa çıkma durmunu ele alıyor. Tabi sadece o değil ailesinin de ona yaklaşımını, çıkmazlarını bu çıkmazlarla başa çıkma durumunu anlatıyor. Biraz da bu filmle engellilik durumuna dikkat çekmek istedik. Gerçekten de engelli insanların karşılaştıkları bir çok sorun vardır. Bir de toplumda engelli olmak toplumda bir ayrıntı değil de toplumun kendisi olarak görmek gereklidir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi göstergelerinden biri de engelli insanların hak ve hukukunun ne kadar korunup güvence altına alındığıdır. Onlara karşı ne kadar pozitif ayrımcılığının ortaya konulduğu da önemlidir. Böyle bir konuyu Annem Gibi filmiyle ele almak sanatsal bir bir çalışmanın yanında aynı zamanda bir sosyal sorumluk durumudur. Bu filmin bendeki önemli yönlerinden biri de çocukluğumun bir kısmının ve gençlik dönemimin geçtiği Çukurova’da, Adana’da çekmiş olmamdır. İlk defa burada bir film çekmek beni ayırca mutlu etti. Ayrıca filmde yer alan bütün ekip buradaki insanlardan oluşuyordu.  Adressiz Sorgular” filmi Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sonra Danıştay 10. Dairesi’nin de engeline takıldı. Size göre bunun nedeni ne olabilir? -  Bu filmi 2005’te çektim. Film daha hiçbir yerde gösterime girmeden yasaklandı. Soruşturmalar açıldı. Biz de doğal olarak filmin yasağının kaldırılması ve gösterime girebilmesi için hukuk yoluna baş vurduk. 10 yıldır süren hukuksal bir mücaddele var. Ve davanın geldiği en son aşama Anayasa Mahkemesi oldu. Filmin neden yasaklandığına gelince aslında bende pek fazla bir anlam veremedim. Belki de faili meçhul cinayetleri ve ülkemizde savaş halini elle alan ilk filmlerden biri olmasıydı. Ve işin komik tarafı film toplumsal barışın olması yönündeki temel önermeyle bitiyordu. Bizden sonra benzer konularda filmler çekildi gösterime de girdi. Ama dediğim gibi bizim ki ilklerin başına galiba böyle durumlar gelebiliyor. Sanırım sanat alanında özel de sinema alanında süren en uzun soluklu hukuksal mücadeleyi sürdürdük. Filmin önündeki engelin kalkıp 12  yıl sonra gösterime gireceğinden hala umutluyum. Sinema dünyasıyla nasıl tanıştınız, ve neden bu mesleği seçtiğiniz? -Sinemayla ilk tanışma televizyondan önce oldu. Urfa Suruç’ta çocukluğumun olduğu dönemde köyümüze henüz elektrik gelmediğinden köyde televizyon  yoktu. Bir bayram günü benden büyük abilerin peşine takılarak Suruça gittim. Tabi çarşıda onların izini kaybettim. Kısaca anlatacak olursam kendimi o dönemde üç film birden oynatan Doğan sinemasın içinde buldum. Ve sinemayla tanıştım. Hani bir kitap okudum hayatım değişti derler ya. Benimkisi de üç film birden izledim (bir tanesi erotik filmdi) hayatım değişti. Başka bir dünyaya açılan pencere keşfetmiş oldum. Tabi daha sonraları köye elektirik geldi. Bizim akrabalardan ekonomisi iyi olan bir aile televizyon aldı. Bütün köyün eğlencesi o evde bir araya gelip film izlmekti. Tabi büyük oda sürekli dolduğundan biz çocuklara yer kalmazdı. Bende arkadaşlarımla bir yöntem geliştirdim. Her akşam o odanın yüksek penceresinin önünde bir birimizn omuzuna çıkıp geç saatte oynayan sinema filmlerini sırayla izlemekti. Hafta içi bizim köyden başka köye okula giderken ya da hafta sonuysa koyun kuzuyu güderken birlikte film izlediğimiz arkadaşları toplar herkesten kendisinin izlediği kısmı anlatmasını onlardan isterdim. Sonra o anlatılanları birleştirir kendi aramızda o filmi oynardık. İşin komik tarafı hangi filmi izlemişsek izleyelim. Fotoğrafını dahi görmediğim ve filmleri o dönemde televizyonlarda gösterilmeyen Yılmaz Güney’i baş karekter yapar ve onu oynardım. Şimdi düşünüyorum da belki de büyüklerin onu sürekli anlatmasından ileri geliyordu bu durum. Yani benim sinema böyle başladı. Tabi sizin kast etiğiniz şekliyle cevaplarsam 2003’te oynadığım bir diziyle oyunculuk serüvenim başladı. Sonrası işte, oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik süreciyle devam etti.  Neden sinema sorusuna gelince herkesin bir şekilde kendini ifade edebilme biçimi vardır. Benim kendimi ifade etme isteğimin en iyi araçları da sinema ve edebiyat oldu sanırım. Sinemayı seviyorum, benim için bir uğraştan ziyade bir yaşam tarzı yaşam biçimidir. Gerek doğduğum Urfa’da, gerek büyüdüğüm Adana’da ve gerekse şuan yaşamakta olduğum İstanbul’da öteki olarak adlandırılan milyonlarca insanın yaşamından, sorunlarından, umutlarından az da olsa bir şeyler anlatabilme istediği de beni daha da çok sinemanın içine sürüklüyor. Onları anlatmak, ifade etmek aslında kendime tutuğum bir aynadır aynı zamanda. Örnek aldığınız aydın ve sanatçılar var mı? Yaşayan ya da yaşamayan. -İbni Haldun’un dediği gibi ‘’Coğrafya insanın kaderidir.’’ Eğer bir coğrafyada yaşıyorsak en başta orada olup bitenler bir de orada orada yaşayıp da sana benzeyenler senin üzerinde etkili olur. Bütün kültürel ve sanatsal üretim insanlığın ortak malıdır. Ve bu ortak ürüne öncülük eden herkesten bir şeyler alıyorsundur.  Şöyle diyebiliriz insan bazen kendi sokağında yaşayan bir abiye öykünür onun gibi yürümeye, onun gibi bakmaya çalışır bu doğalında böyle gelişir. Tabi zamanla kendi bilişsel serüveni içerisinde akan su gibi kendi yatağını bulur. Yata aktığı yeri kendine göre şekillendirir. Benimde çocukluğumun geçtiği Suruç’taki köyümde öykündüğüm kişiler vardı o küçük alanda. Sonrasında işte Adana, Ceyhan serüveni başlıyor çocukluğumun ikinci yarısında. Düşünsene Kadirli, Osmaniye üçgeninde yer alan Hemite köyünün arka tarafında eski mezarlık yeri olan tarlada karpuz işinde amele olarak çalışan bir çocuksun, yorgun kalıyorsun, suzusuz kalıyorsun sarı sıcaklarda ama iş bitiminde karpuz dolu kamyonun üstüne bindikten sonra kamyon köyün önünde geçerken köyün üst kısmında yer alan kalenin dışında beni en  çok etkileyen şey Ceyhan nehri kenarında bulunan ve köyün ön tarafına düşen Yaşar Kemal’in heykelini görüruyorsun. İşte diyorsun İnce Memedi yazan adamın köyü ve heykeli. Yorunguluğunu unutuyorsun o heykeli görmek bile mutluluk veriyor insana. O Yaşar Kemal ki senin benim gibi kendi ülkesinin yoksulu ve göçmeni o da Van’dan gelmiş oraya. Sonra işte ırgatsın ailenle birlikte Çukurova’nın bir çok köyünde tarla başlarında kurulmuş çadırlarda yaşıyorsun, çapa yapıyorsun pamuk topluyorsun ve bunu yaparken karşında Yılmaz Güney’in büyüdüğü Yenice köyü. O Yılmaz Güney ki at arabacı Cabbar’a hayat veren Umut filminin yaratıcısı Urfa Siverek’lidir o da ırgattır. İster istemez yakınlık hissediyorsun. Sonra okuduğum Ceyhan Pamuk Elli Ortaokulu Orhan Kemalin büyüdüğü mahalledeydi. İşte Toprak Anayı anlatan adam.  Ya da son zamanlar da sosyal medya da capslere konu olan Karl Maks ‘’Toplumsal konumu gereği proleterya, sınıflı toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir’’ karşılık olarak paylaşılan ‘’Yakarsa dünyayı garipler yakar’’ şarkısını söyleyen Urfa göçmeni Müslüm Gürses’ten de etkileniyorsun. Sonuç itibariyle bütün bunların hepsinden insan etkileniyor, kendine yakın görüyor. Ve daha çok kişi vardır bir insanın ben kimseden etkilenmedim demesi biraz da kendini inkar etmedir aslında. Etkilenmek taklit etmekle karıştırılmamalıdır bir de. Çünkü her insan kendi koşullarının ürünüdür.  Oyuncu olarak Al Pacino ve Robert De Niro’yu izlemeyi çok severim. Marlon Brando zaten tartışmasız sevdiğim büyük bir oyuncu. Edebiyatta ise bir çok sevdiğim yazar olmakla beraber Dostoyevski’nin yeri bende bambaşka. Marquez büyülü gerçekçilik tarzındaki anlatım biçimine de bayılırım. Ayrıca Kürtçe yazılmış olan Ehmedi Xani’nin Mem u Zin’i de benim için büyük bir yeri vardır. Kendinizden biraz söz eder misiniz? -Bir insan kendini nasıl anlatır direk onu tam olarak öğrenemedim henüz. Ama işte Urfa’nın Suruç ilçesinde Atlılar köyünde doğmuşum. O dönem kendi tarlasında çalışan emekçi köylü bir ailenin en büyük çocuğu olarak.  10 yaşlarımdayken Ceyhan’a göç ettik. Ortaokulu ve liseyi orada okudum. Tabi tarım işçisi olduğumuzdan yaşamımızın büyük bölümü tarla başlarında kurulan çadırlarda geçerdi.  Pamuk tarlalarında çapa işlerinde, pamuk toplama, karpuz serası ve karpuz toplama işlerinde çalıştım. Yine farklı şehirlerde nohut yolmasından tutalım da fındık bahçelerinde çalışmaya kadar farklı işlerde çalıştım. Üniversiteyi Konya Selçuk Üniversitesi İletişim gazetecilik bölümünde okudum. Okul bittikten sonra Ceyhanda CRT (Ceyhan Radyo Televizyonunda) farklı departmanlarda çalıştım. Haber müdürlüğü yaptım. Köşe yazıları yazdım. Sınıf Öğretmenliği, Pedagosjik Formasyon eğitimini de aldığımdan İstanbul’da da bir yıl öğretmenlik yaptım. Esmer Dergisi olmak üzere birkaç dergide yaptığım röportajlar ve yazdığım yazılar yayınlandı. Şu an daha önce çektiğim ve Kobani’yi anlatan bir belgeselin kurgusu devam etmektedir. Diğer yandan ise 2007’de yazmış olduğum ama bir türlü çekmek için gerekli ekonomik koşullar oluşmadığında çekemediğim sinema filmi senaryosu Esmer Zamanlar’ın roman versiyonunu yazmaktayım. Sinema dünasına yeni giren ya da girecek olanlara öneriniz nedir? -Sinema dünyasına girecek kişilere pek öneri yapacak konumda biri olarak kendimi görmememle birlikte şunu söyleyebilirim: Sanat sadece teorik eğitimle olabilecek bir şey değildir.  Teorinin yanında asıl olan pratikte öğrendiklerimizdir.  Film setlerini okul olarak görmek ve oralardan yararlanmak gereklidir. Sokağı, insanları tanımak bilmek gereklidir. Edebiyattan, sosyolojiden ve diğer disiplinlerden faydalanmak gereklidir.   Bunlara ek olarak söylemek istediğiniz var mı?   -Özelde sinema genel anlamda da sanatsal üretimlerinin, sansürle, yasaklarla, sanatçıların da gözaltı ve tutuklanmalarla karşılaşmadığı bir ülke, bir coğrafyanın olmasıdır isteğim. 

Son olarak Annem gibi filmiyle ön plana çıkmıştınız.  ‘Annem gibi’ sizin için ne ifade ediyor?

- Annem Gibi filmi herşeyden önce sosyal yaraya, insan olmanın engeli olma yönüne parmak bastığından dolayı benim için çok önemlidir. Otizimli bir çocuğun yaşam içinde karşılaştığı sorunları ve sorunlarla başa çıkma durmunu ele alıyor. Tabi sadece o değil ailesinin de ona yaklaşımını, çıkmazlarını bu çıkmazlarla başa çıkma durumunu anlatıyor. Biraz da bu filmle engellilik durumuna dikkat çekmek istedik. Gerçekten de engelli insanların karşılaştıkları bir çok sorun vardır. Bir de toplumda engelli olmak toplumda bir ayrıntı değil de toplumun kendisi olarak görmek gereklidir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi göstergelerinden biri de engelli insanların hak ve hukukunun ne kadar korunup güvence altına alındığıdır. Onlara karşı ne kadar pozitif ayrımcılığının ortaya konulduğu da önemlidir. Böyle bir konuyu Annem Gibi filmiyle ele almak sanatsal bir bir çalışmanın yanında aynı zamanda bir sosyal sorumluk durumudur.

Bu filmin bendeki önemli yönlerinden biri de çocukluğumun bir kısmının ve gençlik dönemimin geçtiği Çukurova’da, Adana’da çekmiş olmamdır. İlk defa burada bir film çekmek beni ayırca mutlu etti. Ayrıca filmde yer alan bütün ekip buradaki insanlardan oluşuyordu.

 Adressiz Sorgular” filmi Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sonra Danıştay 10. Dairesi’nin de engeline takıldı. Size göre bunun nedeni ne olabilir?

-  Bu filmi 2005’te çektim. Film daha hiçbir yerde gösterime girmeden yasaklandı. Soruşturmalar açıldı. Biz de doğal olarak filmin yasağının kaldırılması ve gösterime girebilmesi için hukuk yoluna baş vurduk. 10 yıldır süren hukuksal bir mücaddele var. Ve davanın geldiği en son aşama Anayasa Mahkemesi oldu. Filmin neden yasaklandığına gelince aslında bende pek fazla bir anlam veremedim. Belki de faili meçhul cinayetleri ve ülkemizde savaş halini elle alan ilk filmlerden biri olmasıydı. Ve işin komik tarafı film toplumsal barışın olması yönündeki temel önermeyle bitiyordu. Bizden sonra benzer konularda filmler çekildi gösterime de girdi. Ama dediğim gibi bizim ki ilklerin başına galiba böyle durumlar gelebiliyor. Sanırım sanat alanında özel de sinema alanında süren en uzun soluklu hukuksal mücadeleyi sürdürdük. Filmin önündeki engelin kalkıp 12  yıl sonra gösterime gireceğinden hala umutluyum.

Sinema dünyasıyla nasıl tanıştınız, ve neden bu mesleği seçtiğiniz?

-Sinemayla ilk tanışma televizyondan önce oldu. Urfa Suruç’ta çocukluğumun olduğu dönemde köyümüze henüz elektrik gelmediğinden köyde televizyon  yoktu. Bir bayram günü benden büyük abilerin peşine takılarak Suruça gittim. Tabi çarşıda onların izini kaybettim. Kısaca anlatacak olursam kendimi o dönemde üç film birden oynatan Doğan sinemasın içinde buldum. Ve sinemayla tanıştım. Hani bir kitap okudum hayatım değişti derler ya. Benimkisi de üç film birden izledim (bir tanesi erotik filmdi) hayatım değişti. Başka bir dünyaya açılan pencere keşfetmiş oldum. Tabi daha sonraları köye elektirik geldi. Bizim akrabalardan ekonomisi iyi olan bir aile televizyon aldı. Bütün köyün eğlencesi o evde bir araya gelip film izlmekti. Tabi büyük oda sürekli dolduğundan biz çocuklara yer kalmazdı. Bende arkadaşlarımla bir yöntem geliştirdim. Her akşam o odanın yüksek penceresinin önünde bir birimizn omuzuna çıkıp geç saatte oynayan sinema filmlerini sırayla izlemekti. Hafta içi bizim köyden başka köye okula giderken ya da hafta sonuysa koyun kuzuyu güderken birlikte film izlediğimiz arkadaşları toplar herkesten kendisinin izlediği kısmı anlatmasını onlardan isterdim. Sonra o anlatılanları birleştirir kendi aramızda o filmi oynardık. İşin komik tarafı hangi filmi izlemişsek izleyelim. Fotoğrafını dahi görmediğim ve filmleri o dönemde televizyonlarda gösterilmeyen Yılmaz Güney’i baş karekter yapar ve onu oynardım. Şimdi düşünüyorum da belki de büyüklerin onu sürekli anlatmasından ileri geliyordu bu durum. Yani benim sinema böyle başladı. Tabi sizin kast etiğiniz şekliyle cevaplarsam 2003’te oynadığım bir diziyle oyunculuk serüvenim başladı. Sonrası işte, oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik süreciyle devam etti.  Neden sinema sorusuna gelince herkesin bir şekilde kendini ifade edebilme biçimi vardır. Benim kendimi ifade etme isteğimin en iyi araçları da sinema ve edebiyat oldu sanırım. Sinemayı seviyorum, benim için bir uğraştan ziyade bir yaşam tarzı yaşam biçimidir. Gerek doğduğum Urfa’da, gerek büyüdüğüm Adana’da ve gerekse şuan yaşamakta olduğum İstanbul’da öteki olarak adlandırılan milyonlarca insanın yaşamından, sorunlarından, umutlarından az da olsa bir şeyler anlatabilme istediği de beni daha da çok sinemanın içine sürüklüyor. Onları anlatmak, ifade etmek aslında kendime tutuğum bir aynadır aynı zamanda.

Örnek aldığınız aydın ve sanatçılar var mı? Yaşayan ya da yaşamayan.

-İbni Haldun’un dediği gibi ‘’Coğrafya insanın kaderidir.’’ Eğer bir coğrafyada yaşıyorsak en başta orada olup bitenler bir de orada orada yaşayıp da sana benzeyenler senin üzerinde etkili olur. Bütün kültürel ve sanatsal üretim insanlığın ortak malıdır. Ve bu ortak ürüne öncülük eden herkesten bir şeyler alıyorsundur.  Şöyle diyebiliriz insan bazen kendi sokağında yaşayan bir abiye öykünür onun gibi yürümeye, onun gibi bakmaya çalışır bu doğalında böyle gelişir. Tabi zamanla kendi bilişsel serüveni içerisinde akan su gibi kendi yatağını bulur. Yata aktığı yeri kendine göre şekillendirir. Benimde çocukluğumun geçtiği Suruç’taki köyümde öykündüğüm kişiler vardı o küçük alanda. Sonrasında işte Adana, Ceyhan serüveni başlıyor çocukluğumun ikinci yarısında. Düşünsene Kadirli, Osmaniye üçgeninde yer alan Hemite köyünün arka tarafında eski mezarlık yeri olan tarlada karpuz işinde amele olarak çalışan bir çocuksun, yorgun kalıyorsun, suzusuz kalıyorsun sarı sıcaklarda ama iş bitiminde karpuz dolu kamyonun üstüne bindikten sonra kamyon köyün önünde geçerken köyün üst kısmında yer alan kalenin dışında beni en  çok etkileyen şey Ceyhan nehri kenarında bulunan ve köyün ön tarafına düşen Yaşar Kemal’in heykelini görüruyorsun. İşte diyorsun İnce Memedi yazan adamın köyü ve heykeli. Yorunguluğunu unutuyorsun o heykeli görmek bile mutluluk veriyor insana. O Yaşar Kemal ki senin benim gibi kendi ülkesinin yoksulu ve göçmeni o da Van’dan gelmiş oraya. Sonra işte ırgatsın ailenle birlikte Çukurova’nın bir çok köyünde tarla başlarında kurulmuş çadırlarda yaşıyorsun, çapa yapıyorsun pamuk topluyorsun ve bunu yaparken karşında Yılmaz Güney’in büyüdüğü Yenice köyü. O Yılmaz Güney ki at arabacı Cabbar’a hayat veren Umut filminin yaratıcısı Urfa Siverek’lidir o da ırgattır. İster istemez yakınlık hissediyorsun. Sonra okuduğum Ceyhan Pamuk Elli Ortaokulu Orhan Kemalin büyüdüğü mahalledeydi. İşte Toprak Anayı anlatan adam.  Ya da son zamanlar da sosyal medya da capslere konu olan Karl Maks ‘’Toplumsal konumu gereği proleterya, sınıflı toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir’’ karşılık olarak paylaşılan ‘’Yakarsa dünyayı garipler yakar’’ şarkısını söyleyen Urfa göçmeni Müslüm Gürses’ten de etkileniyorsun. Sonuç itibariyle bütün bunların hepsinden insan etkileniyor, kendine yakın görüyor. Ve daha çok kişi vardır bir insanın ben kimseden etkilenmedim demesi biraz da kendini inkar etmedir aslında. Etkilenmek taklit etmekle karıştırılmamalıdır bir de. Çünkü her insan kendi koşullarının ürünüdür.  Oyuncu olarak Al Pacino ve Robert De Niro’yu izlemeyi çok severim. Marlon Brando zaten tartışmasız sevdiğim büyük bir oyuncu. Edebiyatta ise bir çok sevdiğim yazar olmakla beraber Dostoyevski’nin yeri bende bambaşka. Marquez büyülü gerçekçilik tarzındaki anlatım biçimine de bayılırım. Ayrıca Kürtçe yazılmış olan Ehmedi Xani’nin Mem u Zin’i de benim için büyük bir yeri vardır.

Kendinizden biraz söz eder misiniz?

-Bir insan kendini nasıl anlatır direk onu tam olarak öğrenemedim henüz. Ama işte Urfa’nın Suruç ilçesinde Atlılar köyünde doğmuşum. O dönem kendi tarlasında çalışan emekçi köylü bir ailenin en büyük çocuğu olarak.  10 yaşlarımdayken Ceyhan’a göç ettik. Ortaokulu ve liseyi orada okudum. Tabi tarım işçisi olduğumuzdan yaşamımızın büyük bölümü tarla başlarında kurulan çadırlarda geçerdi.  Pamuk tarlalarında çapa işlerinde, pamuk toplama, karpuz serası ve karpuz toplama işlerinde çalıştım. Yine farklı şehirlerde nohut yolmasından tutalım da fındık bahçelerinde çalışmaya kadar farklı işlerde çalıştım. Üniversiteyi Konya Selçuk Üniversitesi İletişim gazetecilik bölümünde okudum. Okul bittikten sonra Ceyhanda CRT (Ceyhan Radyo Televizyonunda) farklı departmanlarda çalıştım. Haber müdürlüğü yaptım. Köşe yazıları yazdım. Sınıf Öğretmenliği, Pedagosjik Formasyon eğitimini de aldığımdan İstanbul’da da bir yıl öğretmenlik yaptım. Esmer Dergisi olmak üzere birkaç dergide yaptığım röportajlar ve yazdığım yazılar yayınlandı. Şu an daha önce çektiğim ve Kobani’yi anlatan bir belgeselin kurgusu devam etmektedir. Diğer yandan ise 2007’de yazmış olduğum ama bir türlü çekmek için gerekli ekonomik koşullar oluşmadığında çekemediğim sinema filmi senaryosu Esmer Zamanlar’ın roman versiyonunu yazmaktayım.

Sinema dünasına yeni giren ya da girecek olanlara öneriniz nedir?

-Sinema dünyasına girecek kişilere pek öneri yapacak konumda biri olarak kendimi görmememle birlikte şunu söyleyebilirim: Sanat sadece teorik eğitimle olabilecek bir şey değildir.  Teorinin yanında asıl olan pratikte öğrendiklerimizdir.  Film setlerini okul olarak görmek ve oralardan yararlanmak gereklidir. Sokağı, insanları tanımak bilmek gereklidir. Edebiyattan, sosyolojiden ve diğer disiplinlerden faydalanmak gereklidir.  

Bunlara ek olarak söylemek istediğiniz var mı?

 

-Özelde sinema genel anlamda da sanatsal üretimlerinin, sansürle, yasaklarla, sanatçıların da gözaltı ve tutuklanmalarla karşılaşmadığı bir ülke, bir coğrafyanın olmasıdır isteğim. 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve egemengzt.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.